Ömer-ül Faruk'dan Hikayeler
Bana
İki Dirhem Kim Borç Verir?
Bize
bildirilmişdir ki, emîr-ül mü'minîn Hz.Ömer (r.a) Îrânı
vilâyetini feth etdi. Deveden,
atdan ve dirhemden ve koyundan ve sığırdan ve köle ve câriyeden çok mal
ve ganîmet getirdiler. Emîr-ül mü'minîn bütün o ganîmeti taksîm etdi.
Kendisine
aslâ birşey alıkoymadı. Se'âdethânelerine gece vakti geldiler.
Ev ehli
dediler ki,
-Niçin bizim için iki dirhem
getirmedin. Yimek için, bu gece
evde hiç ta'âm yokdur.
Hazret-i Ömer buyurdu,
-Ey hâtun! Korkdum o
tâifeden
olmakdan ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri kelâmı mecîdinde
buyurur:
(... Dünyâ hayâtında güzel ni'metleri
yiyerek, iyi işlerinizin sevâbını
giderdiniz. Onlar ile istimtâ' edip, fâidelendiniz, yeryüzünde
kibrlenip,
günâh işlediniz. Bugün şiddetli azâb ile cezâlanacaksınız.) [Ahkâf,20]
Yine korkdum o kimselerden de olurum diye.
(Dünyâya mağrûr olup, aldandılar...) ve Hak sübhânehü ve teâlâ
buyurmuşdur:
(Sizi dünyâ hayâtı aldatmasın...) ve de kıyâmet günü, Resûlullah (sav)
hazretlerinden uzak kalmakdan korkdum,
buyurmuşlardır.
Resûlullah, (Ey Allahım! Beni miskîn yaşat. Miskîn olarak öldür.
Kıyâmet
günü miskîn olduğum hâlde, miskînler zümresi ile haşr eyle) buyururdu.
Ondan sonra Ömer (ra) bakdı
ki, evde yiyecek yok. Dışarı
çıkdı.
Mescide varıp, minbere çıkdı. Yüksek sesle (Essalât) deyip, hutbeye
başladı.
Hutbede dedi ki,
-Ey insanlar, kıyâmet
korkusu olmasa idi, bu
korkduğunuz
işlerden başka işler olurdu. Velâkin, kıyâmet korkusu bizi geri çekdi.
Hevâmıza tâbi' olmadık. Sonra buyurdu: Bana iki dirhem kim borç verir.
Tâ ki bu gecenin ihtiyâcını göreyim ki, benim evimde bu gece yiyecek
bir
nesne yokdur.
Eshâb-ı güzîn (r. ecma'în) bunu
işitdiler.
Çok ağladılar. Sonra Abdürrahmân bin Avf (r.a)
kalkıp,
iki dirhem verdi.
Kaynak: Menakıb-ı Çihar Yar-ı Güzin
Nil
Nehrinin Taşınması
Mısır, Hz. Ömer r.a.'ın halifeliği zamanında fethedilmişti.
Mısır'ı fetheden komutan ise Hz. Amr b. As r.a. idi. Fetihten sonra
Mısırlılar, Amr b. As r.a.'a gelerek bir adetlerini anlattılar:
- Ey komutan, adetlerimize göre Haziran ayını oniki gece
geçince, bakire bir kızı güzelce süsleyip giyindiririz. Sonra Nil
nehrine atarız. Böyle yaptığımız zaman Nil nehri taşıp, çevresini
suluyor.
Amr b. As r.a. Mısırlılara dedi ki:
- Böyle bir işin İslâm'da yeri yoktur. İslâm geçmişteki kötü
adetleri kaldırmıştır.
O yılın Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında Nil nehrinde hiç
kabarma ve taşma görülmedi. Nil nehri mevsiminde taşmayınca, kuraklık
başladı. Halk göç etmeye hazırlandı.
Amr b. As r.a. durumu bir mektupla halifeye bildirdi. Hz. Ömer
r.a., Hz. Amr'a gönderdiği cevabında şunları yazdı:
- Şüphesiz ki sen doğrusunu yapmışsın. Elbette İslâm, geçmiş
kötü adetleri kaldırmıştır. Sana mektubun arasında ayrıca bir pusula
gönderiyorum. Bu pusulayı Nil nehrine at.
Hz. Amr b. As r.a., pusulayı okudu. Şöyle yazıyordu:
'Allah'ın kulu ve müminlerin emiri Ömer'den Mısır Nil'ine. Eğer
sen kendiliğinden akmakta idiysen, şimdi de akmayıver! Fakat bir ve
kudret sahibi Allah'ın emriyle akıyor idiysen, Allahu Tealâ'dan dileriz
ki, seni akıtıp taşırsın.'
Hz. Amr r.a. pusulayı Nil nehrine attı. Bir sabah nehrin
yedi-sekiz metre kadar yükselerek taştığını gördüler.
O günden sonra Nil'in bu hareketi, günümüze dek sürüp gelmiştir.
Nuşirevan'ın Adaleti
Hazreti
Ömer
ve Sa'd İbni Vakkas Hazretleri, İran'a at satmaya gitmişlerdi.
İran'a vardıkları zaman şehrin girişinde cirit oynayan bir kısım genç
görüp
seyre daldılar. Bir ara yabancıların kendilerini seyretmekte olduğunun
farkına farkına varan gençlerden birisi yanlarına gelip "Bedeviler"
gibi
sözlerle hakaret ettikten sonra, satmak için getirdikleri ve üzerine
bindikleri
Arap atlarını ellerinden zorla aldılar.
Hazreti Ömer
ve Sa'd ibni Ebi Vakkas Hazretleri ticaret maksadıyla geldikleri
şehre meyüs ve mükedder vaziyette girdiler. Yanlarında yiyecek bir
şeyleri
olmadığı gibi paraları da kalmamıştı. Aç susuz akşam olmasını
beklediler.
Akşam olunca da bir hana vardılar. Kapıdan girer girmez hancı,
misafirlerin
yabancı olduğunu ve üzüntülü olduklarını anladı. Neden üzüntülü
olduklarını
sordu. Hazreti Ömer daha üzüntülü görünüyordu. O hiç konuşmadı. İbni
Vakkas
Hazretleri ise başından geçenleri hancıya dert yanarak anlattı. Hancı
misafirlerini
dinledikten sonra:
- Siz kederlenmeyin, bizim
hükümdarımız son derece âdildir. Ya
atlarınızı
buldurur, yahut bedelini tazmin eder. Sizin anlattığınıza göre
elinizden
atları alan hükümdarın kendi oğludur. Ama o mutlaka bu meseleyi
halleder,
diyerek teselli verdikten sonra:
-Her sabah hükümdarımız pazar
yerinde halkın önünden geçer ve halk
ona dert ve dileklerini bildirirler. O da ne icab ediyorsa hemen yapar.
Siz sabahleyin hemen pazar yerine gidin vaziyeti anlatın dedi.
Sabah, Hazreti Ömer ve arkadaşı
pazar yerine çıkıp hükümdarı beklemeye
başladılar. Biraz sonra hükümdar yanında tercümanları olduğu halde
geldi.
Herkes nesi varsa açık açık söylüyor o da gerekeni hemen orada yapıyor
veya yapılmasını emrediyordu. Sıra Hz. Ömer ve İbni Vakkas'a geldi.
Onlarda
başlarından geçenleri anlattılar., atlarının bulunup geri veilmesini
dilediler.
Hükümdar bunları dinleyince yüzü
çok asıldı ve üzüntülü olduğu her
halinden belli idi. Bir kese altın verdi ve atlarının da bulunacağını
söyledi.
Hükümdar tercüman vasıtası ile konuşuyordu, tercüman ise atı alanların
hükümdarın oğlu olduğunu söylememişti. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas
Hazretleri
yine akşam kaldıkları hana geldiler. Bu sefer yanlarında paraları da
vardı,
karınları da toktu. Hancının parasını verdiler, o gece de orada kalıp
sabahleyin
yola çıkmayı düşünüyorlardı. Hancı ne olduğunu sordu. Onlar hükümdarla
görüştüklerini ve atları bulacağını söylediler, dedi.
Hancı birden öfkelendi ve :
-Demek kendi oğlu olduğu zaman iş
değişiyor, dedi.
Sabah oldu bu sefer hükümdarın
karşısına hancı çıkıp:
-Hükümdarım, suçu işleyen başkası
olur ceza verirler de, sizin oğlunuz
olursa cezasız kalır öyle mi? dedi.
Nuşirevan bunu duyunca rengi
değişti ve çok sinirli olduğu besbelli
idi:
-At sahipleri yarın şehir
terketsinler... Fakat biri şehrin kuzey,
biri güney kapısından çıksın dedi.
Sabah oldu ve atların değerinden
fazla para verdi. Hazreti Ömer ve
Ebû Vakkas Hazretleri şehri terkediyorlardı. Bir de ne görsünler,
şehrin
bir kapısına atı alan genç, diğer kapısına ise hükümdara yanlış bilgi
veren
tercüman asılmışlar ve ölmüşler bile...
Fakat ne yazıktır ki, adaletiyle
meşhur bu hükümdara iman nasip olmamış
ve Efendimiz (s.a.v.) imansız gittiklerine teessüf ettiği isimler
arasında
bunu da symıştır.
Aradan zaman geçti, Hazreti Ömer
Halife-i İslâm , Sa'd ibni Ebi Vakkas
ise Mısır valisi oldu. Mısır'i İslamlaştırma ameliyesinde bir de cami
yapılacaktı.
Bu camiye en müsait yer ise bir yahudinin yeri idi. Mısır valisi
yahudinin
yerine cami yapımına başladı. Yahudi çaresiz bir şekilde düşünürken
müslümanlardan
bir zat:
-Nedir senin bu halin? diye sordu.
O:
-Bir evim vardı, başka bir şeyim
yoktu. Vali şimdi oraya cami yapıyor.
Ben ne yapabilirim? Şimdi açıkta kaldım, dedi.
Müslüman ona:
-Sen git Medine'ye... Orada Halife
Ömer vardır. Derdinei ona anlat.
Senin derdine mutlaka çare bulur, dedi.
Yahudi daha islamiyetin nasıl bir
din olduğunu bilmiyordu. Medine'ye
vardı. Halife'yi sordu, bahçede olduğunu söylediler. Gitti Bahçeyi
buldu.
Baktı ki, oarad bir adam çalışıyorYanına yaklaşıp:
-Ben Halife Ömer'le görüşmek
istiyorum, dedi.
Ona göre hükümdarın tarlada ne işi
vardı. Karşısındaki:
-Derdini anlat! Ömer benim, dedi.
Yahudi derdini anlatıp, bir çare
bulunmasını söyleyince Hazreti Ömer,
öfkelibir şekilde , bir kemiğin üzerine bir şeyler yazıp adamın eline
verdi:
-Götür bunu valiye ver, dedi.
Yahudi bu yazışmadan pek bir şey
anlamamıştı. Bundan bir şey çıkmaz,
diyordu kendi kendine...
Mısır'a gelip kemiği Sa'd ibni Ebi
Vakkas'a verince, vali çok
korkmuştu.
Hemen evi eskisinden daha güzel bir şekilde tamir etti ve yahudiye
verdi.
Hemde memnun etmek için bir miktar yardımda bulundu. Hazreti Ömer'in
gönderdiği
kemiğin üzerinde sadece şu iki kelime yazılı idi:
-Ben Nuşirevan'dan daha adilim!...
Ona
dün Ömer derler idi
Bir
gün Hz.Ömer (r.a)
Medîne-i münevverede gidiyordu. Bir ihtiyâr kadın yol kenârında durmuş
idi. Bir başka kadın ona dedi ki,
-İçeri gir, emîr-ül mü'minîn Ömer
gidiyor.
Acûze (ihtiyâr) kadın, başını dışarı çıkarıp dedi ki,
-Kimdir, emîr-ül
mü'minîn.
-Bir merd idi ki, ona dün Ömer derler idi. Bu gün emîr-ül mü'minîn mi
oldu?
Ömer (r.a) hazretleri o sözü işitdi. Geri döndü, dedi
ki,
-Ömeri Ömere gösteren o kadın kimdir. Ömerin kendini tanımasına,
anlamasına
sebeb oldu. Ondan sonra hergün o ihtiyâr kadının kapısına
gelirdi
ve derdi ki,
-Atılacak çöpün var ise atayım, hizmetin var ise göreyim.
Destin
boş ise ver, su getireyim. Zîrâ Ömeri senden gayri kimse tanımadı.
Kaynak: Menakıb-ı Çihar Yar-ı Güzin
Ölüsüne yirmi değnek
vurun ki
Medîne
ehâlisi anlaşarak bir yere toplandılar.
Ömer (r.a) hazretlerinin adâletini tecrübe etmek için
anlaşdılar. Aralarından bir yehûdî çıkdı.
-Ben sizin müşkilinizi hâl
etmeğe
muktedirim, dedi.
Onlar da buna ba'zı va'dlerde bulundular.
Hz.
Ömerin
bir oğlu var idi. Bedenen çok za'îf kalmışdı. O yehûdî, kendisini hekîm
tanıtıp, Hz. Ömerin (r.a) oğlunun yanına vardı.
Hâlini ve hâtırını sordu. O da, za'îfliğinden bir mikdâr hikâye yolu
ile
şikâyet etdi. Mel'ûn yehûdî tebessüm ederek, bunun ilâcı kolaydır,
dedi.
Bu da ilâcını istedi. Zîrâ kalblerinde kin ve hîle yokdu. Yehûdî, önüne
düşüp, odasına götürdü. Sonra bir sürâhî şerâb doldurup, şerbetdir diye
önüne koydu. Bu senin derdine devâdır. Bunu içdiğin gibi sıhhat
bulursun,
dedi. O da sözünü hakîkat zan edip, şerâb ne olduğunu görmediği için, o
sürâhîdeki şerâbı içip, serhoş oldu. O yehûdînin güzel bir kızı vardı.
O kızı arz eyledi. Şerâbın te'sîri ile serhoş olduğundan, kıza sâhib
oldu.
Bir zemândan sonra ayılıp, aklı başına geldikde, yapdığı işlere pişmân
oldu. Nedâmet ile tevbe ve istigfâr edip, evlerine geldi. Hikmet-i
rabbânî,
o kız hâmile olup, çocuk doğdu. Sonra, mel'ûn yehûdî, bir çok yehûdîyi
ve o çocuğu yanına alıp, Ömer (r.a) hazretlerinin
yanına
getirdiler.
Dediler ki,
-Yâ halîfe, senin oğlun, bizim kızımıza
zorlıyarak
sâhib olup, bu çocuk hâsıl oldu. Biz bunu beslemeğe mecbûr değiliz.
Hz.
Ömer (r.a) bunu görünce, mubârek gönülleri perîşân
olup,
oğlunu çağırdı ve bu durumu sordu. Oğlu da meydâna gelen hâdiseyi
anlatdı. Hz. Ömer (r.a) o ma'sûma beyt-ül-mâldan nafaka
ta'yîn
eyledi. Sonra oğlunu aşağı alıp, dînin emri olan sopayı vurdurmağa
başladı.
Sopa sayısı kırk olduğu zemân, Eshâb-ı güzîn, Ömer (ra)
hazretlerinin
yanına gelip, ricâ etdiler.
-Yâ halîfe, oğlunuz hastadır, bu şekildeki
sopaya
tehammül edemez. İhsân eyle, bunun suçunu bize bağışla. Zîrâ sesi,
Resûlullah (sav)hazretlerinin sesine
benzerdi. Eshâb-ı
güzîn bunu, Ravda-i Mutahharaya götürüp, yüksek ses ile Kur'ân-ı
azîmüşşânı
okutup, kendileri dışarıdan dinlerler idi. Hz. Habîbullahın
hasretinden
ciğerlerini dağlarlar idi. Lutf eyle, sesi hurmeti için suçunu afv eyle
diye, ne şeklde söylediler ise, iltifât eylemedi.
-Allahü teâlânın
hakkında
hâtır olmaz. Âhıretde çekmekden, dünyâda cezâsını bulmak iyidir,
buyurdular.
Altmış değnek oldukda, babasına çağırdı ki,
-Yâ baba, bir ân mehil ver
ki,
azîz annemin yüzünü göreyim, halâllik dileyeyim.
İltifât eylemeyip,
yetmiş
sopa oldukda, çağırıp,
-Yâ baba, işte ben ölüyorum. Mubârek yüzünü bana
göster, görün ki, hasret gitmiyeyim, dedi. Hz. Ömer (r.a) mubârek
yüzünü çevirip, gösterdi.
Sopa sayısı seksen oldukda
rûhunu
teslîm etdi. Hz. Ömere öldüğünü bildirdiler.
Buyurdu ki,
-Ölüsüne
yirmi
değnek vurun ki, Hak emri yerini bulsun.
Ondan sonra da yirmi değnek
vurdular.
Yüz temâm oldu. Sonra techîz ve tekfîni yapıp, götürüp defn eylediler.
Sonra Hz. Ömer (r.a), acabâ babalık hakkını
yerine
getirip, seni kurtardım mı. Allahü teâlânın huzûrunda hâlin nasıl oldu
diye ağladı. O gece Eshâbdan birisi onu rü'yâda gördü. Sultân-ı kâinât
(sav) hazretlerinin huzûr-u şerîfinde
oturup,
zevk ve sefâ ederdi. Bu sahâbîyi gördüğü gibi, kalkıp, güle-güle yanına
geldi.
Dedi ki,
-Allahü teâlâ babamdan râzı olsun ki, atalık hakkını
yerine
getirdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, devâmlı Fahr-i âlem
(sav) hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde olup, bir
ân
ayrılmıyorum. Dünyâ kahrından kurtulup, zevk ve safâ içine düşdüm.
Ertesi
günü o sahâbî gelip, rü'yâda gördüğü hâli, Hz. Ömere anlatdı. Hz.
Ömer (r.a) ağlamağı bırakıp, Allahü teâlânın
inâyetine
şükr secdesi eyledi .
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
Ömer'e
Gelin Olmak
Ömer
(r.a) bir gece Medîne-i
münevverede geziyordu. Bir kadın evi içinde kızına dedi ki,
-Kızım bir
mikdâr
su getir, südün içine kat.
Kızı dedi ki,
-Emîr-ül mü'minîn nidâ
etdirmedi
mi bugünden sonra, süde su katmayınız.
Kadın dedi ki,
-O şimdi burada
değildir.
Kız dedi,
-Ömer burada değil ise, Rabbi buradadır, O görüyor.
Ömer (r.a)
hazretleri onun sözünü işitdi. Evi nişân etdi. Geldi, oğluna
dedi ki,
-Senin için bir kız buldum. Onu sana alayım.
Ertesi gün o
kadının
kapısına geldi. Dedi ki,
-Kızını benim oğluma ver.
Kadın dedi ki,
-Bende
o cür'et yokdur ki, bunu kalbimden geçireyim.
Ömer (r.a)
buyurdu:
-Ben o kızdan işitdim söylediği o sözü ki, hoşuma gitdi.
O kızı
kendi oğlu Âsım hazretlerine aldı. Abdül'azîz o kızın evlâdından oldu.
Abdül'azîzden emîr-ül mü'minîn Ömer bin Abdül'azîz hazretleri vücûda
geldi.
Onun hilâfeti zemânında kurt koyun ile gezerdi.
Kaynak: Menakıb-ı Çihar Yar-ı Güzin
Ömer'e
Neden Faruk Denildi
Bir
münâfık
ile bir yehûdî, bir husûsda anlaşamadı. Yehûdî da'vâyı hâlletmek
için, Sultân-ı Enbiyâ hazretlerinin meclis-i şerîflerine gelmek istedi.
Münâfık da yehûdîlerin re'îsi Ka'b bin Eşrefe gitmek istedi. Sonunda,
Resûlullahın (sav) katına geldiler. Da'vâyı yehûdîye hükm
buyurdular. Münâfık o hükme
râzı olmayıp, hazret-i Ömerin (ra) huzûruna d'vâyı halletmesi için
geldiler.
Yehûdî, mâcerâ ve da'vâyı hazret-i Resûlullahın huzûruna varıp,
Resûlullah
hazretlerinin kendisine hükm eylediğini, münâfıkın ise buna râzı
olmadığını
anlatdı. Hazret-i Ömer (ra) o münâfıkdan, anlaşmazlığı süâl
buyurdular
ki,
- Bu yehûdînin anlatdığı gibi midir.
Münâfık,
- Evet, öyledir. Ammâ ben Peygamberin hükmüne râzı olmayıp, geldim
ki, sen hükm edesin, dedi.
Hazret-i Ömer (ra) buyurdu:
- Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için hükm edeceğim.
Varıp, evlerinden kılıncını aldı. Geldi ve münâfıkın boynunu vurdu.
Buyurdu ki:
- Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmüne râzı olmıyan kimseye ben böyle
hükm eylerim.
O vakt,
Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm âyet ile gelip, hazret-i Ömere (ra)
hak ile bâtıl arasını ayırt etdi demek olan Fârûk lakabı
verildi.
Âyet-i kerîme budur:
(Şu kimseleri görmezmisin,
sana ve senden öncekilere indirilen
kitâblara
inandıklarını zan ederler. Muhâkeme olunmak için tâgûta gitmek
isterler..)
Ömer'in
Müslüman Oluşu
Rivâyet
edilir ki, bir perşembe gecesi, Habîb-i ekrem(sav), Ömer (ra)
hakkında düâ etdi. Düâsı kabûl oldu. Buyurdular ki,
-
Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile
azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hişâm.
Ertesi
gün, Kureyşin büyükleri Haremde toplandılar.
-
İşbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ (sav) zuhûr edip, âbâ ve
ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız için, fâide ve zarar vermez
diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki, yâ Ömer, bu denli kudret ve
heybetin, izzet ve satvetin var iken, putlara yardım etmeyi, onu
öldürmeği düşünmüyor musun, diye tahrîk etdiler.
Hazret-i
Ömerin câhiliyye damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle, kılıncını
takındı. Resûlullah (sav) hazretlerini öldürmeğe giderken, Benî
Zühreden Nu'aym (ra) hazretlerine rastladı.
-
Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb verip,
-
Şu Kureyşin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl diyen,
Muhammedi katl etmeğe gidiyorum, dedi.
Nu'aym
(ra) dedi ki,
-
Yâ Ömer! Hayret edilecek bir işe yeltenirsin. Başa çıkamıyacağın
sevdâya düşmüşsün. Eğer bu işi başarırsan, Benî Hâşim ve Benî Zühre
seni sağ koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var, işine git, deyince,
Ömer
(ra) dedi ki,
-
Yâ Nu'aym! Yoksa sende mi, Muhammedin dînine girdin. Eğer öyle ise,
evvelâ seni katl edeyim.
Nu'aym
hazretleri dedi:
-
Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sanırsın. Kız kardeşin ve
enişten de girmişlerdir.
Ömer,
bu haberi işitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma'lûm onların
müslimân oldukları, dedi.
Nu'aym
dedi:
-
Eğer inanmaz isen, kız kardeşinin evine var. Bir koyunu kendi elin ile
boğazla, pişirsinler. Onlar senin boğazladığın koyunu yimezler ise, o
zemân bilmiş olasın ki, onlar islâm dînine girmişlerdir.
Hazret-i
Ömer (ra) o tehevvür ile gidip, kapılarına vardı. İçeriden kulağına bir
ses geldi. Dikkat ile dinledi. Anladı ki, okudukları kelâm, hiç insan
sözüne benzemez. Meğer o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i
kâinât aleyhi efdalüttehıyyât, muhâcirînden Habbâbı (ra)
onlara göndermişdi. Onlara, o sûrenin âyetlerini ta'lîm ediyordu. O
vakt, bunlar hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı bağlamışlardı. Ta'lîm
ile meşgûl iken, hazret-i Ömer kapı ardından dinledi. Dinledikçe,
istidâdlı kalblerine, ezelî olan kelâmın rahmânî nûrları gelmeğe
başlayıp, şeytânî küfr zulmeti mahv olmağa başladı. Sabr etmeğe mecâli
kalmayıp, kapıya eli ile vurdu. Kapı bağlanmış idi. Dikkat kesildikleri
gibi, içeride olanlar, korkularından susdular. Habbâbı (ra) gizlediler.
Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki, gelen
hazret-i Ömerdir (ra). Kılıncı yanında, heybetle ve satvetle gelmiş ki,
yüzlerine bakmaz. Kız kardeşi,
-
Hoş geldiniz deyip, içeri alıp, oturdular.
Gelmelerinden
dolayı, yiyecek tedârik edip, koyun getirdiler. Hazret-i Ömer (ra)
kalkıp, kendi boğazladı. Pişirdiler. Hazret-i Ömer, ezelî kelâmın
te'sîrinden mest olmuş, ne konuşmağa mecâli ve ne oturmağa sabrı ve
karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pişirip, ortaya getirdiler. Hazret-i
Ömer dedi, gelin berâber yiyelim. Her biri bir özr behâne edip,
yimediler. Kendileri de birkaç lokma aldılar. Dîn-i islâma girdiklerini
tahkîk edip, hayreti de çoğaldı. Taâmı [yiyeceği] kaldırdıkdan sonra,
süâl buyurdular ki;
-
Okuduğunuz ne idi.
Onlar
okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından konuşmağa başladılar.
Hazret-i
Ömer (ra) buyurdular ki,
-
Bilmiş olunuz ki, ben Kureyş arasında kılınç bağlayıp, o da'vâ ile
geldim ki, varıp, Muhammedi katl edeyim. Yolda gelirken, sizin de
Muhammedül-emînin dînine girdiğinizi işitdim. Geldim ki, evvelâ sizi
katl edeyim. Sonra Muhammedi katl edeyim. Lâkin, kapıya geldim.
Kulağıma bir ses geldi. Dinledikce o kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki,
o kötü fikr benden gidip, kalbime şevk ve muhabbet dolup, beni tedirgin
eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip, getirin okuduğunuzu, dinleyelim,
dedi.
Kız
kardeşi ve eniştesi, bu sözü işitdiklerinde, sevindiler. Kalbi islâm
tarafına meyl etmişdir diyerek, dediler ki,
-
Okuduğumuz, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve
teâlâ, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile, Resûl-i ekrem (sav)
hazretlerine inzâl eylemişdir [indirmişdir]. İşitmek murâdın ise
[dinlemek istersen], evvelâ gusl eyle. Ondan sonra okuyalım, göresin.
Hazret-i
Ömer (ra) kalkıp, huzûr-ı kalb ile, gusl edip, gelip, kıbleye dönüp
oturdu. Kız kardeşi kalkıp, ta'zîm ve tekrîm ile, sûre-i şerîfi eline
alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...) diye okumağa başladı.
Nazm-ı şerîfin fesâhat ve belâgatinden, kalbi çok yumuşadı. (Ben o
Allahım ki, benden başka ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız
bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ
sûresinin 14.cü âyetine gelince, Kur'ân-ı kerîmin nûru kalbine
nûrâniyyet verip, Kur'ânın eseri açığa çıkıp, küfr ve şekâvet zulmeti
gitmeğe başladı. Dedi ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed Mustafâ
(sav) hazretlerinin huzûruna ulaşdırın. O sırada Habbâb bin Erat, perde
arasından dışarı çıkıp, dedi ki,
-
Yâ Ömer, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya, Resûlullah (sav)
hazretlerinin etdiği düâsı, senin hakkında, kabûl oldu. Allahü teâlâya
hamd olsun.
Sevinerek,
önüne düşüp, hazret-i Sultân-ı Enbiyânın olduğu eve götürdü. Bütün
Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în', hazret-i Ömerin
geldiğini görünce, hazret-i Fahr-i kâinâta haber verdiler.
-
Bırakın gelsin. Başında devlet var ise îmâna gelir, buyurdu. Hazret-i
Ömer (ra) hazret-i Peygamberin (sav) mubârek nûr cemâlini müşâhede ile
müşerref oldu.
Resûl-i
ekrem hazretleri buyurdular ki,
-
Yâ Ömer, dahâ küfr ve şekâvetden vazgeçmek yok mu?
Hazret-i
Ömer, Peygamberin mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup,
nazarlarına kavuşunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz
sürüp, sonra,
-
Yâ Resûlallah, hiç şek ve şübhe kalmadı. Hak Peygambersin. Bana îmânı
arz eyle, dedi.
(Eşhedü
en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh)
deyip, şecere-i îmânı [îmân ağacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Eshâb-ı
güzîn tekbîr getirip, sürûr-ı kalb
ile, hazret-i Ömer ile müsâfeha ve muanaka [birbiri ile kucaklaşma,
boynuna sarılma] eylediler. Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ
eylediler. Resûlullah (sav) buyurdu;
-
Su getirdiler. Hazret-i Ömer (ra) temizlenip, gusl eyledi. Ona Kur'ân
ta'lîm buyurdular. Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diğer
dîni erkânı ta'lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü ki, mağara gibi
gizli bir yerde dururlar.
Dedi
ki,
-
Yâ Resûlallah! Bu ne keyfiyetdir ki, bu mağarada ihtifâ buyurdunuz.
Se'âdet
ile buyurdular ki,
-
Müşriklerin mü'minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz.
Hazret-i
Ömer (ra) dedi ki,
-
Onlar puta gündüz taparlar. Önünde âşikâre yer öperler. Niçin biz,
Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım, biz de
Harem-i beyt-i şerîfde nemâzı âşikâre kılalım. Görelim, bize kim mâni'
olur.
Fahr-i
âlem (sav) kalkıp, Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
ile berâber, hazret-i Ömer önlerinde, elinde yalın kılınç, Beyt-i
şerîfe doğru yürümeğe başladılar. Kureyş müşrikleri önlerinde, hazret-i
Ömeri böyle gördüklerinde, sevinip, dediler ki,
-
Meğer Ömer bunların hepsini esîr etmişdir, ki getirip karşımızda kırmak
ister.
Yanlarına
geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i Ömer bunların herbirine güzel
muâmele edip, bunlar ile karışmış güle-güle söyleşip gelirler. Ebû Cehl
la'în bu hâli gördü. Müslimân olduğunu anladı.
-
Âh! Gördünüz mü? Muhammed Ömeri de, kendi dînine döndürmüş. Ben size
demedim mi ki, sihrle Muhammed onu aldatır, kendine uydurur. Siz
dediniz ki, böyle olmaz. Eyvâh, gelin görelim, şimdi ne yapalım. Ve ona
ne söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer (ra) kılıncı kaldırıp
dedi;
(Nazm)
Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun,
Genç, ihtiyâr, yaşlı hepsi, efendi köle olsun.
Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi,
Bize Peygamber olan Muhammedi 'aleyhisselâm'.
Açığa çıkardı, güzel islâm dînini,
Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri.
Döndüm Hakka, bunun dînine girdim,
Ey Kureyş! Hepiniz avam ve has böyle bilin!
Kâfirler, bu hâli görüp,
içlerinde telâşlanıp, it gibi çağrışdılar. Ebû Cehl la'în, yüksek sesle
dedi ki,
- Görün Muhammedi ki, başladı
ululardan
azdırmağa. [Kureyşin büyüklerini müslimân yapmağa başladı.] Bu işler
bize azdır. Dedim, gelin onlar çoğalmadan, öldürelim, aldırmadınız.
Şimdi ejderhâ oldu.
Kâfirler,
hazret-i Ömerden korkup,
hiçbir mü'mine el uzatmağa kâdir olmadılar. Her birinin dudağı kuruyup,
kaldı. Server-i âlem (sav) ileri yürüyüp, Hacer-ül esved ile bâb-ı
Kâ'be-i şerîf arasında durup, nemâzı o gün âşikâre kıldılar. Gerçi
kâfirler çok idi. Mü'minler az idi. Nemâz bitdikden sonra kalkıp,
Kâ'beyi ta'vâf etdiler. İbni Mes'ûd (ra) buyurdular ki, hazret-i Ömerin
(ra) müslimân olması, mü'minlere feth ve nusret ve rahmet oldu. O
müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âşikâre olmadı. Kâ'be-i
mu'azzamada, müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamış idi. Nakl
edilmişdir ki, hazret-i Ömer (ra) îmâna geldikde, Peygamberimiz(sav)
hazretleri, mubârek elini Ömerin 'radıyallahü anh' göğsüne
koyup, üç kerre buyurdular ki,
- Yâ Rab! Bunun sadrında
olan gereksiz sıfatı [göğsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti
[hastalığı] çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
Ömersiz
ömür istemem
Abdürrahmân
bin Avf (r.a)
der ki,
-Ben Hz.Ömerden
acâiblikler gördüm.
Dediler,
-Ne gördün.
Buyurdu
ki,
-Hayâtda olsa, ben
söylemeğe kâdir olmazdım. Birisi odur ki, her
gece
ikimiz şehri dolanırdık. Bir mahalle varırdık.
Ömer bana der idi ki,
-Sen
burada dur.
Ben de muhâlefete kâdir
olamayıp, dururdum. Varıp, bir
zemândan
sonra, gelirdi. Süâl etmeğe de cüret edemezdim. Vefâtlarından sonra
bir
gece o mahalleye varıp, bir ev içine girdim. Bir ihtiyâr kadın gördüm.
Kendi kendine acabâ ne oldu ki, Ömer bu gece gelmedi, diyordu.
Ben
dedim,
-Ey hâtun! Ömer dünyâdan
göçdü. Kadın bunu işitince, bir âh çekip,
bayıldı.
Sonra aklı geri geldi.
Dedi ki;
-Ey Allahım! Bana
yardımda bulunan Ömeri
afv et.
Ona dedim ki,
-Ne yardım ederdi.
-Gündüz vakti üzerimi
kirletirdim.
Onu dışarı atardı. Kirlenmiş elbisemi yıkardı. Beni temizlerdi. Bana
yiyecekden
ne nesne gerek ise, getirirdi.
Dedim,
-Ey hâtun! Ben de Ömerin
yâriyim.
Eğer o gitdi ise ben sağım. Ben Ömerin yapdığı işleri yapayım.
Beni
çağırıp,
dedi ki,
-Ömerin yerini kim
tutabilir. Eğer
Ömerin yâri isen, bana düâ
eyle,
yardım et. Hemen başını yukarı tutup, dedi ki, yâ ilâhel âlemîn! Ben o
hastalığı Ömerin yardımı ile çekerdim. Ömer gitdi. Benim rûhumu kabz
eyle
ki, ben Ömersiz ömür istemem.
Bunu dedi, o sâat düâsı
makbûl olup,
dünyâdan
göç etdi. Ben ağladım. Techîz ve tekfînini yapıp, defn eyledim.
Sen
Dört Günah İşledin
Ömer
(r.a) bir gece şehri
gezerken bir evden çeşidli sesler işitdi. Ömer hazretleri dama çıkdı.
Damdan
o eve girdi. Gördü ki, bir kişi bir kadın ile oturmuş. Orta yerde de
şerâb
var. Ömer (r.a) hazretleri dedi:
-Niçin Allahü teâlâ
hazretlerinin
emrini tutmazsın. Bu kadar günâhın cezâsını çekmiyeceğini mi zan
ediyorsunuz!
O kişi çok korkup, dedi ki,
-Yâ Emîr-el mü'minîn! Hiç acele
etme ki, ben
bir günâh işledim ise, sen dört günâh işledin.
Birincisi,
Allahü
tebâreke
ve teâlâ buyurdu ki, (Evlere kapılarından giriniz.) Sen damdan girdin.
İkincisi, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Evlerinizden gayrî evlere izn alıp,
ehli üzerine selâm vermeyince girmeyiniz.) Sen fermân dinlemeden
girdin.
Üçüncü; Allahü teâlâ buyurur: (Tecessüs etmeyiniz.) Sen tecessüs etdin.
Dördüncü; Allahü tebâreke ve teâlâ buyurur, (Sû-i zân etmekden
sakınınız.)
Sen sû-i zan etdin.
Ömer (r.a) bunu işitdi. Mubârek
gönlüne
çok te'sîr etdi. Pişmân oldu. Onun keffâretine bir köle âzâd etdi. Ömer
(r.a) hazretlerinin adâleti ve siyâseti bereketi ile,
o kişi de tevbe edip, iyiler zümresinden oldu.
Kaynak: Menakıb-ı Çihar Yar-ı Güzin