FAKİR
VE KÖR
Kibirli ve
zengin birisi kapısına gelen bir fakire bir şey vermediği
gibi, onu hem paylar hem de kapıyı yüzüne kapatır.. Zavallı fakir
içlenir;
bir tarafa çekilir ve oturur, ağlamaya başlar.. Bir kör, onun
ağlamalarını
duyar. Kalkar yanına gelir, niçin böyle üzgün olduğunu, ağladığını
sorar.
Fakir
olanı
biteni anlatır.
Kör,
teselli vererek, üzülmemesini, kendi evine gelmesini,
evinde kalmasını, ekmeğini çorbasını kendisiyle paylaşmasını ister ve
ısrarda
eder. Fakir onun içtenliği ve ısrarı karşısında kabul eder,
onunla
gider.
Kör ona
karşı çok güzel bir konukseverlik gösterir. Fakirin, hem
karnı doyar hem de gönlü hoş olur.
Gönlü öyle hoş olur ki, o hoşnutluk içinde:
- Sen bana
evini açtın, sen bana gönlünü açtın, Kadir Mevlamda senin
gözünü açsın, diye dua eder.
Gece olur,
körde bir gariplenir bir gariplenirki, o gariplik içersinde
gözünden birkaç damla yaş damlar, gözleri birden açılır. Görmeğe
başlar.
Körün
görmesi ile ilgil i haber bir anda şehirde yayılır. Yer yerinden
oynar. Bu haberi onu kapısından kovan, kovmakla kalmayan taş yüreklide
duyar. İşin doğruluğunu anlamak için gözü açılan şahsa gelir:
- Çok
şanslıymışsın. Gözün nasıl açıldı, kim açtı.
- Hey!
seni gidi gafil seni, sen nasıl bir adammışsınki, öyle bir
mübarek
zatı azarladın, üzdün, yüzünü yıktın. devlet kuşunu bıraktın, baykuş
ile
meşgul oldun. Gözümün kapısını, senin yüzüne kapıyı kapattığın o kimse
açtı.
- Desene
kendime yazık ettim, öyle bir doğanmışki öyle bir devletmiş
ki, kıymetini bilemedim, bana değil sana nasip oldu, ben avlayamadım
sen
avladın, der ve kıskançlıkla parmağını ısırır.
Dişini
sıçan gibi hırsa batırmış kimse koca doğanı nasıl avlayabilir?
İyilerin bastıkları toprak dermandır, göz açar. Ancak gönül gözü kör
olanlar
o dermandan gafildirler, kıymetini ne bilsinler.
FATİHİN HALKINI
İMTİHANI
Hazreti
Fatih Sultan Mehmet istanbul'u fethetme plânları yapıyordu. Daha henüz
21 yaşında bulunan hükümdar, İstanbul'un fethine girişmeden önce,
halkını imtihan etmek istemişti. Sabahın erken saatlerinde tebdili
kıyafet ederek, Osmanlı'nın başşehri olan Edirne'de çarşıya çıktı.
Çarşının bir tarafından girip, alış veriş yapmaya başladı.
Birinci dükkâna varıp birşey aldı. İkinci bir şey istediğinde dükkân
sahibi vermedi. Fatih'i tanımıyordu dükkân sahibi. Fatih Hazretleri mal
olduğu halde neden vermediğini sordu.
Adam:
-Ben sana bir şey satmakla sabah siftahımı yapmış oldum,
ikinci alacağını da karşıdaki dükkândan al. Çünkü o henüz siftah
etmemiştir, dedi.
Fatih memnun olmuştu. Öbürüne vardı, bir miktar mal
aldı... İkincisini istediğinde o da vermeyip komşu dükkâna gönderdi.
Böylece Hazreti Fatih koca çarşıyı baştan sona kadar dolaştı...
Hepsinde aynı mukabele ile karşılaşmıştı.
Aldıkları erzakı, medresede ilim tahsil eden talebelere
gönderdi, kendisi de saraya gelip Allah'a şükür secdesine kapandı ve
şöyle dedi:
— Ya Rabbi sana hamdolsun... Bana böyle birbirini
düşünen millet ihsan ettin. Ben bu milletimle değil Bizans'ı, dünyayı
bile fethederim, dedi ve istanbul'un Fetih planlarını hazırlamaya
başladı.
51 gün süren muhasaradan sonra Bizans, Akşemseddin
Hazretlerinin de bizzat iştirakiyle fetholunmuştu. İstanbul
fetholunduktan sonra, Osmanlı imparatorluğunun merkezi Edirne'den
İstanbul'a taşındı.
İSTANBUL'UN MÂNEVÎ FÂTİHİ
Ubeydullah-ı
Ahrâr'ın torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle
nakledilmiştir:
"Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra,
âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip
Semerkant'tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup,
tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde
talebelerine;
"Siz burada durunuz!" buyurdu.
Sonra atını Abbâs Sahrâsı
denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla
tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu
talebesi şöyle anlattı:
"Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya
vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden
kayboldu."
Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve
niçin gittiğini sorduklarında;
"Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân
(Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım
etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı"
buyurdu.
Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan
Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını
nakletmiştir:
"Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed
Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr'ın
şeklini ve şemâilini târif etti ve;
"O zâtın beyaz bir atı var mıydı?"
diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr
olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun
üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı:
Babam Sultan Muhammed
Fâtih Hân bana şunları dedi:
"İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım
sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr
Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif
ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma
geldi;
"Korkma!" buyurdu.
Ben de;
"Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok."
dedim.
Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi.
Baktım, büyük bir ordu gördüm.
"İşte bu ordu ile sana yardıma geldim.
Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm
emri ver." buyurdu.
Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana
gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı.
İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."
