Bir
hükümdarın pek çok cariyeleri vardı. İçlerinde pek güzel
dilberler
bulunmasına rağmen, siyah bir cariyeye daha fazla alaka ve sevgi
gösterirdi.
Diğerlerinin bunu çekemediğini fark eden padişah, bir gün kendilerine
üzeri
mücevheratla süsülü birer kristal bardak vermişti. Manevi değeri
yanında
maddi kıymeti de pek yüksek olan bu bardakları ellerinde tutan
cariyeler,
hayranlıkla bakarlarken padişah:
- Herkes
elindeki bardağı yere vurup kırsın, demişti.
Güzel cariyeler hediyelerini sinelerine bastırarak:
- Efendimizin
bu kadar değerli bir hediyesini nasıl kırabiliriz!
dediler. Siyah cariye ise padişahın emrini, hiç tereddüt etmeden ve
vakit
kaybetmeden der'akab yerine getirdi. Barfdak yere çarpılmış ve param
parça
olmuştu. Padişah siyah cariyeye hitaben:
- Diğer
cariyelerim bu kadar kıymetli bardağı kıramadıkları halde
sen neden kırdın? dedi. Siyah cariyenin verdiği cevap ise çok
takdire
şayandı:
- Bana
efendimin kalbi lazım, kadehin ne kıymeti olabilir. Yeterk
ki onun kalbi kırılmasın!
Hükümdar,
bu cevabın içerisinde diğerlerine gereken dersi vermiş
bulunuyordu.
Yüzü güze
fakat özü çirkin bir kadın, kocasının kalbini kırmaya devam
ettikçe, kalbte açtığı yaraya güzellik olamaz.
YETİŞ YÂ RESÛLALLAH!
Ebû
Abdullah Merrakûşî hazretleri, Resûlullah
efendimizi vesîle ederek
Allahü teâlâdan bir şey istemek, Resûlullah efendimizin yardım
ve
şefâatlerine kavuşmak husûsunda bir eser yazdığı esnâda başından geçen
bir hâdiseyi şöyle nakletti:
"1239
senesinde Sader kalesinden seçkin bir cemâatle berâber çıktık.
Yanımızda bize kılavuzluk eden biri vardı. Bir müddet gittikten sonra
suyumuz tükendi. Durup su aramaya çıktık. Ben de bu arada ihtiyâcımı
görmek için gittim. Bu sırada müthiş bir şekilde uykum geldi. Nasıl
olsa giderken beni uyandırırlar deyip, başımı yere koydum. Uyandığımda
kendimi çölün ortasında yapayalnız buldum. Arkadaşlarım beni unutup
gitmişlerdi. Yalnızlıktan büyük bir korkuya kapıldım. Çölde sağa sola
yürümeye başladım. Nerede bulunduğumu, nereye gideceğimi bilemiyordum.
Her taraf dümdüz kumdu. Az sonra hava karardı. Yolculuk yaptığımız
kâfileden hiçbir iz yoktu. Ben, gece karanlığında yapayalnızdım. Korkum
daha da şiddetlendi. Telâşla daha süratli yürümeye başladım. Bir müddet
gittikten sonra, çok susamış ve yorulmuş bir hâlde yere düştüm. Artık
hayâtımdan ümîdimi kesmiş, ölümümün yaklaştığını hissetmeye
başlamıştım. Susuzluk ve yorgunluktan, ızdırap ve elemim son haddine
varmıştı. Birden aklıma geldi. Gece karanlığında:
"Yâ Resûlallah!
Yetiş! Senden Allahü teâlânın izniyle yardım etmeni istiyorum!" diye
inledim.
Sözümü bitirir bitirmez, birinin bana seslendiğini duydum.
Sesin geldiği tarafa baktığımda; gece karanlığında, etrâfına ışıklar
saçan, bembeyaz elbiseler giyinmiş, o zamâna kadar hiç görmediğim bir
kimsenin beni çağırdığını gördüm. Bana yaklaşıp, elimi tuttu. O ânda
bütün yorgunluğum ve susuzluğum kayboldu. Yeniden doğmuş gibi oldum.
Ona canım birden ısınıverdi. Elele bir müddet yürüdük. Hayâtımın en
tatlı anlarından birini yaşadığımı hissettim. Bir kum tepeciğini
aşınca, berâber yolculuk yaptığım kâfilenin ışıklarını görüp,
arkadaşlarımın seslerini duydum. Onların yanlarına doğru yaklaştık.
Benim bindiğim hayvan en arkada onları tâkib ediyordu. Birden gelip
önümde durdu. Bineğimi önümde görünce, sevinç çığlıkları attım. Ben
bağırınca, benimle gelen zât elini elimden çekti. Daha sonra elimden
tutup bineğime bindirdi.
Sonra da;
"Bizden bir şey isteyeni ve yardım
talebinde bulunanı boş çevirmeyiz." diyerek geri dönüp gitti. O zaman
onun Resûlullah efendimiz olduğunu anladım. O, geri dönüp giderken,
çevresine yaydığı nûrların gece karanlığında göğe doğru yükseldiği
görülüyordu. O, gözümden kaybolunca, birden aklım başıma geldi;
"Nasıl
olup da ben, Resûlullah efendimizin elini ayağını öpmedim." diye
çırpındım. Ama iş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştı.
YILANDAN KAMÇI
Sabahın
erken saatlerinde, iki atlı arkadaş yola çıkmışlar. Fakat iki kişiden
birisi âmâ imiş. Giderlerken âmâ olan şahıs, attan aşağıya kamçısını
düşürmüş. Fakat itimad edemediği için, öbür arkadaşına da kamçının
düştüğünü ve yerden almasını söylememiş, kendisi inip aramaya karar
vermiş, inmiş atından el yordamıyla kamçıyı aramış, derken, kendi
kamçısını bulamamış ama eline ondan daha güzel yumuşak bir şey geçmiş.
Bu kamçı daha güzelmiş diyerek alıp atına binmiş. Fakat o kamçı diye
bulup aldığı kamçı değil gecenin soğuğundan hareketsiz hale gelmiş bir
yılanmış ve o âmâ gözleri görmediği için onu kamçı sanarak almış.
Derken
biraz sonra hayli ilerlemiş olan arkadaşına yetişmiş. Arkadaşı sormuş:
-Yahu
neredesin? diye... Âmâ cevap vermiş:
-Kamçımı
düşürmüştüm, gerçi düşürdüğüm kamçıyı bulamadım ama, ondan daha güzel
ipek kaplamalı bir kamçı buldum, işte demiş.
Tabii
gözleri gören adam anlamış onun yılan olduğunu ve arkadaşını ikaz
etmiş: .
-At o
elindekini, o" kamçı değil, soğuktan hareketsiz hale gelmiş bir
yılandır. Biraz sonra ısınırsa sokar seni, demişse de âmâ inanmamış ve:
-Sen yalan
söylüyorsun, bana attırıp sen alacaksın değil mi?, diyerek yılanı
elinden bırakmamış;
Biraz
sonra, havalar ısınıp yılanın sırtı kızdıktan sonra harekete geçen
yılan, adamın müsait bir yerinden sokup zehirlemiş ve adamı
mahvetmişti. Yılan soktuktan sonra adamın aklı başına gelmiş ama, iş de
işten geçmiş tâbi...
İşte böyle, adamın
hakikati görecek gözü yok, kendisine yol gösterenlere de inanmaz, tabii
ki sonu hüsran olacak.
YIKILAMAYAN TÜRBE
Nevşehir -
Göreme yolu üzerinde bir türbe vardı. Hasan Baba Türbesi.
Nevşehir Belediyesi, şehrin
çıkışındaki yolu genişletme gayesiyle, bazı tadilâtlar yaptı. Bu arada
yolun genişletilmesi ve gidiş - gelişli bir yolun yapılmasına da karar
verilmişti. Yol yapımı türbenin bulunduğu yeri de' içine alıyor ve
türbenin yıkılması icab ediyordu. Fakat bir gün Belediye Başkanına bir
şikâyet geldi.
Bazı
işçiler ellerinde kazma olduğu halde türbeyi yıkmak istiyorlar, fakat
yıkamıyorlardı.
Bu hâdise
üzerine halk ve belediye başkanı türbenin bulunduğu mevkie geldiler ve
elleriyle türbeyi yıkmak istediler. Fakat Allah Teâlâ, onun yıkılmasına
müsaade etmediği takdirde nasıl yıkacaklardı. Türbeyi yıkmak için
kazmayı alıp da elini kaldıran işçilerin elleri, halkın bakışları
arasında havadan inmiyor ve adam yıkmaktan vazgeçip geri çekildiği
zaman ise, hiçbir şey yokmuş gibi eski haline avdet ediyordu.
Bu durum
karşısında, Belediye türbeyi yıkmaktan vazgeçti ve gidiş - gelişli yol
türbenin sağından ve solundan erilerek türbe iki yolun ortasında kaldı.
Halkın,
tevekkülü, çalışkanlığı ve üstün ahlâkı ile çok sevdiği ve
hürmet gösterdiği bir velî idi. Sohbetleri ve güzel ahlâkı ile
insanlara çok faydalı olmuştur. Gariplerin, yetimlerin ve hastaların
yardımına koşar, onlara her yönden destek olurdu.
Hasan
Baba, bir gün dostlarından birisi vefât etmek üzere iken başında
bulunup ona
duâ etmişti. Hasta son anlarını yaşadığı sırada armut istemişti. Mevsim
kıştı. Dışarda şiddetli tipi vardı. O mevsimde armut bulmak mümkün
değildi. Hastanın başında bulunan yakınları ne yapacaklarını şaşırarak,
Hasan Baba'nın yüzüne bakıp;
-Bize yardımcı ol, ne yapalım, hastanın
bu arzusunu yerine getiremeyeceğiz." dediler.
Hasan Baba çâresiz kalan
ve çok üzülen bu insanlara;
- Üzülmeyiniz, buluruz. Allahü teâlâ bir
imkân ihsân eder. Biraz bekleyin, diyerek dışarı çıktı.
Kısa bir
müddet sonra elinde küçük bir armut dalı ile içeri girdi. Armut dalı
üzerinde yemyeşil tâze yapraklar ve olgunlaşmış sapsarı armutlar vardı.
Sanki yaz mevsiminde dalından kırılmış gibi idi. Hastanın başında
bulunanlar bu hâli görünce, bu işin Hasan Baba'nın bir kerâmeti
olduğunu anladılar. Ona olan derin muhabbetleri ve gösterdiği yakın
alâka hepsini ağlattı. Armutları verip, hastanın gönlünü hoş ettiler.
Hasta kısa bir süre sonra vefât etti.