Böceğin Rızkı
Hazret-i Süleymân (a.s.) bir gün, deniz
kenârında oturmuşlar idi. Bir karıncanın geldiğini gördü. Ağzında bir
yeşil
yaprak tutardı. Deniz kenârına ulaşdı. Sudan bir kurbağa çıkdı. O
yaprağı
karıncadan alıp, denize döndü. Karınca geri döndü.
Karıncadan sordular
ki,
- Bunun hikmeti nedir.
Karınca cevâb verdi ki,
-Bu deryânın ortasında, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bir taş
halk etmişdir. O taşın içinde bir böcek halk etmişdir.
Beni onun rızkına sebeb etmişdir. Ben her gün o nesneyi, ona yetecek
kadar
rızkı getiririm. Deniz kenârına ulaşdırırım. Allahü teâlâ
hazretlerinin,
kurbağa sûretinde yaratdığı bir meleği o rızkı benden alır, o böceğe
verir. O böcek, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kudreti
ile, fasîh dil ile söyler ki;
-Sübhânallah ki, beni halk etdi, deniz ortasında
ve taş arasında bana mekân verdi. Benim rızkımı unutmadı. İlâhî,
ümmet-i
Muhammedi ümîdsiz etme!
Böyle Sultana Böyle Kadı
Hızır
Bey, İstanbul kâdısı ve belediye başkanı olarak vazifeye
başladıktan bir müddet sonra, bir hıristiyan mîmâr geldi. Hızır Beyi
buldu. Kâdı efendiye hâlini arzedip, pâdişâh Fâtih Sultan
Mehmed Hândan
şikâyetçi olduğunu söyledi. O zamanlar, Avrupa ülkelerinde değil kralı
mahkemeye vermek, aleyhinde konuşmak bile, bir insanın kendi hayâtından
olması demekti. O günlerde, İspanya'da hıristiyanlar, binlerce
müslümanı; kadın, ihtiyar, çocuk demeden kılıçtan geçirmekteydi. Bir
hıristiyan ise, bir müslüman devletinde, o devletin kâdısına, devletin
pâdişâhını şikâyet edebilme hakkını kendisinde bulabiliyordu.
Hızır Bey, hıristiyan mîmârı
dinledi. Fâtih Sultan Mehmed Hân, bugünkü
Ayasofya Câmiinden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mîmârî
husûsiyetlere sâhip bir câmi yaptırmak istemiş ve o hıristiyan mîmâr da
bu işe tâlib olmuştu. Ama bir hıristiyan olarak, müslümanların, meşhûr
Ayasofya kilisesinden daha üstün husûsiyetleri hâiz bir esere sâhib
olmalarına gönlü râzı olmamıştı. Bu gâyesini gerçekleştirebilmek için
de, böyle bir câmiyi kendisinin yapabileceğini söyleyerek işe tâlib
oldu. Câminin inşâatı başladı. Mısır'dan binbir zahmetle getirilmiş
sütunların yüksekliklerini kısa tutmuş, dolayısıyle kubbenin yüksekliği
de Ayasofya'dan alçak olmuştu. İnşâatın bitmesine yakın ziyârete giden
Fâtih Sultan Mehmed Hân, sütunların kasıtlı olarak küçültülüp, meşhûr
Ayasofya'dan daha üstün bir binânın yapılmaması gayreti güdüldüğünü
anladı. Bu hâle çok hiddetlendi. Hıristiyan mîmârın cezâlandırılmasını
emretti. Emir yerine getirildi. Eli kesildi. Yüzlerce kilometreden
binbir emekle gelen mermer sütunlar, hıristiyan gayreti ile
kısaltılmış, Sultanın emri ve iyi niyeti ayaklar altına
alınmıştı. Üstelik devletin kânun ve nizâmına uymak karşılığında
zımmîlik hakkı bahşedilmiş olmasına rağmen, böyle bir yola tevessül
etmişti.
Bir mîmâr için el, her şeyden daha fazla lüzumluydu. Ama
mâlesef, düşünmeden işlediği bir suça diyet olmuş, elsiz kalmıştı. İki
çocuğu bir hanımı vardı. Müslümanların hâlini, Osmanlıların adâletini
bilenler;
-Bu işte bir acelelik var, müslümanlar bu işi yapanı suçlu
bulurlar, hele onların âdil kâdıları, pâdişâhın bile gözünün yaşına
bakmaz cezâsını verirler, dediler.
Hıristiyan mîmâr pek inanmadıysa
da, ısrârlar karşısında dayanamayıp kâdıya gitmeye karar verdi. İşte
onun için, Hızır Beyin huzûrunda bulunmaktaydı. Bütün bunları, âdil
Osmanlı'nın âdil kâdısına tek tek anlattı. Hızır Bey, tam bir sükûnetle
hâdiseyi dinledi. Daha sonra soruşturup, meseleye vâkıf oldu.
Şâhidlerle berâber, Fâtih Sultan Mehmed Hânı, imparatorların,
kralların, beylerin taht ve mülkleri, iki dudağı arasından çıkacak bir
çift söze bağlı olan Osmanlı pâdişâhını mahkemeye dâvet etti.
Bildirilen saatte mahkeme teşkîl edildi. O sırada, Fâtih Sultan Mehmed
Hân da geldi. Eli kesilen hıristiyan mîmâr ayakta duruyor, ürkek ürkek
etrâfını seyrediyordu. Böyle bir mahkemeyi ilk defâ görüyordu. Çünkü
onların bildiği, güçlü olanın hâkim olmasıydı ve gücü yetene her şey
mübahtı. Köhne Bizans, zayıf olan herkesin ezildiği, güçsüzün elinden
ekmeğini kapanın kahraman olduğu, mahkemelerin değil suçluya cezâ
vermek, zulüm gören mâsûmu cezâlandırdığı bir yerdi. Böyle bir
toplumdan gelen bir kimse, Osmanlının âdil idâresini hayâl bile
edemezdi.
İstanbul Fâtihi Sultan Mehmed Hân, mahkeme salonu olarak
kullanılan yere girince, baş köşede bulunan yere oturmak arzusuyla o
tarafa doğru yöneldi. Pâdişâhın bu hâlini gören kâdı Hızır Bey, hiç
çekinmeden;
-Oturma begüm!.. Hasmınla yüzleşmek üzere, mahkeme
huzûrunda ayakta dur! dedi.
Sultan, sözü ikiletmeden söylenilen yere
geçti. Mahkemenin pâdişâhı Hızır Beydi. Çünkü Hızır Beyin şahsında,
İslâmiyetin âdil hükümleri karşısında bulunmaktaydı. Hızır Bey;
-Sen,
Murâd oğlu
Mehmed! Bu zımmînin elini kestirdin mi?" deyip söze başladı.
Mahkeme neticesinde;
-Sen, Murâd oğlu Mehmed! Mahkeme edilmeden bu
zımmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın! Senin elin de onunki
gibi kesilecek! Eğer zımmîyi râzı edebilirsen, ölünceye kadar onun ve
çoluk-çocuğunun maîşetini temin etmek karşılığında elini kesilmekten
kurtarabilirsin!" dedi.
Herkesle birlikte Pâdişâh da tam bir sükûnet
içerisinde kararı dinledi. Hıristiyan mîmâr, bu ulvî karar karşısında
daha fazla dayanamadı. Ağlayarak Pâdişâhın ellerine kapandı. Ölünceye
kadar maîşetini temin etmek karşılığında anlaştılar. Zâlimleri bile
ağlatacak böyle bir adâletin, ancak hak bir dînin mensupları tarafından
icrâ edilebileceğini düşünen hıristiyan mîmâr, âile efrâdı ile birlikte
müslüman olmakla şereflendi. O da yüce İslâm dîninin yayılması için
gayret eden kimseler arasına katıldı.
Bu mahkemeden birkaç gün sonra,
Fâtih Sultan Mehmed Hân, Kâdı Hızır Beyi ziyâret etti. Mahkeme
esnâsında gösterdiği adâlete teşekkür edip;
-Eğer bana, bir suçlu gibi
değil de, bir pâdişâh gibi muâmele etseydin, seni şu kılıcımla
parçalardım, dedi.
Hızır Bey de, Pâdişâha mahkeme esnâsındaki hâl ve
hareketleri için teşekkür ettikten sonra;
- Eğer pâdişâhlığına güvenip,
dînin emri olan hükmüme karşı gelseydin, seni bu arslanlara
parçalattırırdım, dedi ve paltosunun iki eteğini çekti.
Bakanlar,
Hızır Beyin eteği altındaki iki arslanın sert bakışlarını gördüler.
"Böyle sultana, böyle kâdı." demekten kendilerini alamadılar.