Kocasını Şikayet Eden Kadın
Kadının biri, bir gün Halife Ömer r.a.'a gelerek dedi ki:
- Ey müminlerin emiri sana insanların en iyisini şikayete geldim. Öyle
birisi ki, amelde onu geçen veya onun kadar amel eden kimse pek azdır.
Geceleri sabaha kadar namaz kılar, gündüzleri de hep oruçla geçirir…
Bu sözlerden sonra utancından asıl demek istediğini diyemedi ve:
- Ey müminlerin emiri , beni bağışla, diyerek çekildi.
Hz. Ömer:- İyi iyi , Allah senden razı olsun. Sen adamını çok
güzel halleriyle övdün; artık onun hakkında fazla bir şey söylemen de
gerekmez, dedi.
Kadın çıkıp gittikten sonra, orada hazır bulunan sahabi Kaab b. Sûr
r.a. dedi ki:
- Ey müminlerin emiri, kadın utanıp asıl şikayetini sana söyleyemedi.
- Kadının ne şikayeti varmış ki?
- Kadın kocasından, kocalık vazifelerini yerine getirmiyor diye
şikayette bulunuyor, fakat bunu açıkça söyleyemiyor.
Hz. Ömer kadını geri çağırdı. Kocasına da haber gönderip yanına
getirtti. Sonra Kaab b. Sûr'a :
- Bunlar arasında sen hakemlik et, diye teklif etti. Kaab :
- Sen buradayken ben nasıl hakemlik yapabilirim, dedi. Hz. Ömer r.a .:
- Benim anlayamadığım inceliği sen anladın. Bunun için onları dinleyip
aralarında gereken hükmü vermek de senin hakkındır, dedi.
Bunun üzerine Kaab o adama dedi ki:
- Allah Tealâ erkeklere hitaben: “Sizin için helal ve hoş olan
kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olarak nikahlayın” (Nisâ, 3) diye
buyurduğuna göre, en çok üç gün peşpeşe oruç tutabilirsin; dördüncü
günü tutmamaman gerekir. En çok da üç sabaha kadar ibadet edebilirsin;
dördüncü gece eşinle beraber olmalısın.
Hz. Ömer r.a. Kaab'ın bu ince anlayışını beğendi ve:
- Senin bu buluşun öteki buluşundan da güzelmiş, dedi. Bu isabetli
hükmü çok beğenen halife onu Basra kadısı yaptı.
Kadıncağız şikayetinde: “Kocam geceleri hep ibadet eder, gündüzleri
oruç tutar” deyince, maksadı farketmeyen Hz. Ömer: “Kocanı bunlardan
men mi edeyim?” demişti.
Kaynak: İbn Saad , et- Tabakâtü'l - Kebîr , 9/91.
KOMŞUNUN ŞİKAYETİ
Biri, Resul-i Ekrem (s.a.v)'ın huzuruna geldi ve:
- Bana eziyet ederek huzurumu bozuyor' diye komşusunu şikayet etti.
Resul-i Ekrem (s.a.v):
- Tahammül et ve komşunun gürültü patırtısına aldırma, belki gidişatını
değiştirir, buyurdu.
Bir müddet sonra ikinci defa gelerek şikayet etti. Resul-i Ekrem
(s.a.v)
bu kez de tahammül et buyurdu.
Üçüncü defa geldi. ve
- Ya Resulallah, benim bu komşum gidişatını düzeltmiyor, beni ve ailemi
rahatsız etmek için gerekenlerin hepsini yapıyor' dedi.
Resul-i Ekrem (s.a.v) bu defa ona
- Cuma günü, ev eşyalarını dışarı çıkar, yoldan gelip geçen halk
görsün.
Halk, sana 'niçin ev eşyalarını buraya döktün?' diye soracaktır. 'Kötü
komşunun elinden' diyerek şikayetini bütün halka söyle.
Şikayetçi aynısını yaptı, eziyet eden komşu ise peygamber daima
tahammül
et diyecek diye, hayal ediyordu.
Halbuki zülmün def edilmesi hukukun müdafaası hususunda İslamiyetin,
mütecavize saygı göstermeyeceğini bilmiyordu. Böylelikle herkesin
huzurunda
rezil olacağını sezen eziyetçi komşu, konuyu öğrenince yalvarıp
yakarmaya
başladı ve adamın, eşyasını evine taşımasını rica etti. Aynı zamanda
komşusunu
incitecek şekilde bir şey yapmamaya söz verdi.
KÖTÜRÜM ÇOCUK
Abdullah Kassâr şöyle anlatmıştır:
Bir zamanlar hacca gitmek üzere yola çıkmıştım. Şirâz âlimleriyle
görüştüm. Bana dediler ki:
"Abdullah-ı Tüsterî ile görüştüğün zaman onun fazîletini, üstünlüğünü
kabul ettiğimizi ve selâmımızı söyle. Arefe gününde evinden çıkıp
hacılarla vakfeye durduğunu işittik. Bu haber doğru ise bildirsin de
bizim bu kerâmeti hususunda tereddüdümüz kalmasın."
Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin yanına varınca selâm verdim. Üzerinde
uzun bir elbise vardı. Kendinden geçmiş bir halde oturuyordu. Onu
görünce üzerime bir heybet düştü. Konuşmağa cesaret edemedim. Yanında
bir yere oturdum O sırada bir kadın geldi;
-Efendim benim kötürüm bir oğlum var. Şifâ bulması için duânızı almaya
geldim. dedi.
Abdullah Tüsterî:
-Onu niçin Rabbine havâle etmedin? deyince, kadın:
-Siz Rabbimizin sevgili kulusunuz. dedi.
Abdullah-ı Tüsterî bana doğru baktı ve işâret etti. Hemen kalkıp
elinden tuttum. Ayağa kalkıp, ayakkabılarını giydi ve Şat Nehri
kenarına gitti. Kadın da peşinden geldi. Kötürüm çocuk nehirde bir
sandal içinde oturuyordu. Çocuğa:
-Elini uzat! dedi.
Annesi:
-Elini uzatamaz. deyince,
-Sen çocuğu bırak, ondan ayrıl. buyurdu.
Bu sırada çocuk elini Abdullah-ı Tüsterî hazretlerine uzattı. "Ayağa
kalk!" deyince de kalktı. Sonra da sandal sâhibi onu kenara yaklaştırdı
ve kötürüm çocuk artık yürümeye başladı. Abdullah-ı Tüsterî çocuğa
abdest aldırdı ve iki rek'at namaz kılmasını söyledi.
Çocuk namazı
kılınca, annesine:
-Oğlunun elinden tut! buyurdu.
Kadın da elinden tutup götürdü.
Onun bu kerâmetini görünce şaşırdım. Yanına yaklaşıp Şiraz âlimlerinin
sözlerini söyledim. Bir müddet başını eğip durdu. Sonra:
-Ey dostum! Bu insanlar dilediğini yapan Allahü teâlâya inanırlar mı?
dedi.
-Evet efendim, dedim. Sonra;
-Onlar, ondan ne istiyorlar? buyurdu.
KUMAŞIN DEĞERİ
Yûnus
bin Ubeyd’in manifatura dükkânında, fiyatları, iki yüz
dirhem ile
dört yüz dirhem arasında değişen kumaşlar satılıyordu. Dükkânında
kardeşinin oğlu da çalışıyordu. Yolda bir kimseyi kumaş almış gidiyor
görünce, kumaşı tanıyıp, kendi dükkânından aldığını anladı.
O kimseye;
-Bu kumaşı kaça satın aldınız? diye sorunca, dört yüz dirheme aldığını
öğrendi.
Sonra;
-Bu kumaşın değeri iki yüz dirhemdir. Geri dönüp
paranızın üstünü alınız, buyurdu.
O kimse;
-Bu kumaş, bizim orada beş
yüz dirhem eder, ben aldanmış sayılmam! deyince;
-Olsun. Siz, gidip
iki yüz dirhem paranızı alınız, dedi.
O kimse gelip, iki yüz dirhemini
aldı gitti.
Yûnus bin Ubeyd, dükkânda tezgâhtar olarak bulunan
yeğenine;
-Kumaşı bu kadar pahalıya niye sattın?”diye sordu.
Yeğeni;
-Vallahi kendi rızâsı ile aldı, dedi.
Yûnus bin Ubeyd;
-O râzı olsa da,
sen râzı olmayacaktın, buyurdu.
Kutup Görme Arzusu
Yûsuf Halvetî hocasının bereketli
sohbetleriyle yetişip, velî bir zât
olunca, Rum diyârındaki insanları irşâd için oraya gitmeye memur
edildi. Niğde şehrine gelip, insanlar arasında Tepeviran denilmekle
meşhur olan yere yerleşti. Orada bir dergâh ve bir câmi inşâ etti.
İnsanlara hak yolun bilgilerini, edebini öğretmekle meşgûl oldu. Çok
kerâmetleri görüldü.
Yûsuf
Halvetî'nin önceleri bir zaman,
kendi kendine;
“Şu anda dünyâda kutup kimdir. Onunla görüşsem.” diye
hatırına geldi. O zaman hocası onu teselli etti ve;
“Yûsuf evlâdım! Sen
bir türlü kutup görme arzusundan vazgeçmezsin. Mâdemki öyle, şimdi
filan yere git. İnşâallah arzun gerçekleşir.” buyurdu.
O gece hocasının
işâret ettiği yere gitti. Orada altı sâlih kimse gördü. Lâkin arzusunu
ve hocasının dediklerini unuttu ve onlara nereye gittiklerini ve kimler
olduklarını sordu. Onlar da;
“Bizler yediler denen Allahü teâlânın
sevgili kullarıyız. Az önce içimizden biri vefât etti. Onun yerine
geçecek kimseyi istişâre için kutb-ı âlemin yanına gidiyoruz.” dediler.
Yûsuf Halvetî de kendileriyle berâber gitmek istedi. Onlar da;
“Peki
gel!” dediler.
Tayy-i mekân edip bir anda Kâbe-i muazzamaya geldiler.
Tavâftan sonra bir eve gidip içeri girdiler. İçeride yüzü örtülü birisi
vardı. Ona selâm verdiler. Hiçbir şey söylemeden bir meyyiti tabutuyla
ortaya getirip namazını kıldılar. Sonra tabut semâya yükseldi. Sonra;
“Bunun yerine kimi münâsib görürsünüz?” diye yüzü örtülü kişiden
sordular.
O zaman Yûsuf Halvetî onlara;
“Bu işi bizimle istişâre
etseniz olmaz mı?” dedi.
Onlar da;
“Bu nasıl söz. Sen kendi hocanın
dediğini bile unutmuşsun?” deyip sonra da başka birisini getirdiler ve
onun yedilere tâyini yapıldı. Sonra da yediler oradan çıkıp, herbiri
bir tarafa gitti. O yüzü örtülü zât da bir tarafa yöneldi. Yûsuf
Halvetî onun peşinden gitmek isteyince, o;
“Yûsuf ne oldun nedir
derdin?” diye seslendi.
O zaman Yûsuf Halvetî bu sesi tanıdı ve başını
kaldırıp baktığında onun kendi hocası Zâhid Efendi olduğunu anladı.
Özürler dileyip ağladı. Hocası onun özrünü kabûl edip bir anda
Şirvan’daki dergâhlarına döndüler.
KÜÇÜK BİR ÇOCUK ve DUA
Deniz kenarına oturmuş, gözlerinide ilerdeki bir noktaya dikmişti.
Belki de bir saattir öylece duruyordu. Onun bu hâli, alışveriş için
balıkçı sandallarının kıyıya dönmesini bekleyen bir ihtiyarın dikkatini
çekti. Yaşlı adam, seke seke onun yanına gidip:
- Merhaba delikanlı!. dedi. Bu gün deniz çok harika değil mi?
Küçük çocuk, başını çevirmeden;
- Ama rüzgârlı, dedi. Topum denize düşünce sürükleyip götürdü.
Adam, çocuğun yanına oturup:
- Eğer biraz genç olsaydım, yüzüp onu alırdım!. dedi. Ama şimdi
adım bile atamıyorum.
Küçük çocuk, ona cevap vermedi. Ve kıyıdan uzaklaşan topunu
daha iyi görebilmek için, hemen yanındaki tümseğe çıktı.
Yaşlı adam, sakin bir ses tonuyla:
- Ümidini hiçbir zaman kaybetme!. dedi. Bence dua etsen çok iyi olur.
Çocuk, büyük bir sevinçle:
- Dua etsem topum geri gelir mi? diye sordu. Denize düştüğü
yeri bilir mi?
- Allah isterse eğer, ona öğretir!. dedi ihtiyar. Topun geri
gelmese de, duaların sevabı sana yeter.
Küçük çocuk, yaşlı adamın sözlerini biraz düşündükten
sonra, her okuduğunda dedesinden bahşiş kopardığı duaları ard arda
sıraladı. Daha sonra da, topun dönmesi için Allah'tan yardım
istedi. Ama üzüntüsü azalmamıştı. O topa bir sürü para harcamış, bayram
parasını bile ona katmıştı.
Şimdi artık tek şansı, bazen olduğu gibi, rüzgârın âniden yön
değiştirmesiydi. Ama deniz
çok büyüktü, topu ise küçücük. Akşam üstü hava biraz daha sertleşti. Ve
güneş batmak üzereyken sandallar döndü.
Çocuk, eve gitmek istemiyordu. Bu yüzden de ihtiyarla birlikte
oyalandı.
Yaşlı adam, hep aynı balıkçıdan alışveriş yapardı. Sonunda onu bulup:
- Avınız inşallah iyi geçmiştir!. dedi Eğer varsa, birkaç kilo
alabilirim.
Sandaldaki adam, bir kova içindeki balıkları gösterip:
- Zaten ancak o kadarcık tutmuştum, dedi. Denizde "av" diye bir şey
kalmadı.
- Dua etmeyi denediniz mi? diye atıldı çocuk. Ümidinizi
sakın kaybetmeyin!.
Balıkçı için her şey tesadüftü. Bunun için de "rasgele" derlerdi.
Ama şimdi bir şey hatırlamıştı. Yıllar yılı unuttuğu bir şeyi. Çocuğun
yanaklarını okşarken:
- Dua ha!. diye mırıldandı. O zaman tutar mıyım?
- Tutamasanız bile, duaların sevabı size yeter, dedi çocuk.
Bunu yeni öğrendim.
Balıkçı, böyle bir sözü ilk defa
duyuyordu. Başını ağır ağır sallayarak:
- Ben de yeni öğrendim!. diye gülümsedi. Üstelik de küçük bir
öğretmenden.
Çocuk, bu sözlerden çok hoşlanmıştı. Artık topun gitmesine
üzülmüyordu. Yanındaki yaşlı adam ona bir göz
kırparken, balıkçı tekrar sandala yöneldi ve ağların üzerindeki eski
örtüyü açtı.
Bir top vardı orada. Henüz ıslak olduğundan, ışıl ışıl parıldayan bir
futbol topu. Balıkçı, onu çocuğa uzatıp:
- Öğretmenlerin hakkı hiç ödenmez!. dedi. Bunu biraz önce
denizde buldum!.
Küçük çocuk, rüyada olmalıydı. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı bir
rüya. Aceleyle sağa sola bakındı. Ama
her şey gerçekti. Balıkçı da, sandal da, ihtiyar da... Topu ise, işte
ellerindeydi. Ona sıkıca sarılıp:
- Bir daha benden izinsiz gezmek yok!. dedi. Ya dua etmeseydim ne
olurdun o zaman?
SİZLERDE DUA ETMEYİ DENEDİNİZMİ SIKINTILI ANLARINIZDA?...
BELKİ DUALARINIZ HEMEN GERÇEKLEŞMEYEBİLİR AMA
O DUALARIN SEVABI YETER SİZLERE... YENİ ÖĞRENDİM BENDE....
DUA EN KIYMETLİ BİR HAZİNE BİZİM İÇİN.. BİTER DİYE KORKMAYIN
İSTEDİĞİNİZ KADAR KULLANIN...
ÖYLE BİR HAZİNE Kİ SINIRSIZ VE KARŞILIKSIZ VERİLMİŞ HEMDE...
KÜRT
OLARAK AKŞAMLADIM, ARAB OLARAK SABAHLADIM
Ebu Abdullah el-Müştehir Hazretleri, Şiraz'lı bir kurt
taifesindendir. Cenabı Allah ona ilm - ledün bahşetmek istemişti. Bir
gün Şiraz medreselerinden birine geldi. Medresede talebeler ilim
mevzuunda konuşmalar yapıyorlar, bazı hususlarda tartışmaları vuku
buluyordu. Talebelerin ilim öğrenmek için hayli gayret sarfettiklerini
görünce hoşuna gitti ve bir mesele öğrenmek kasdıyla bir şey sordu.
Talebeler gülüştüler onun bu safça, yani basit bir şeyi sormasına...
O Mübarek:
- Ben de sizin öğrendiğiniz ilimlerden bir ilim öğrenmek isterim.
Bana bir yol gösterin, dedi.Talebeler müstehzi bir tavırla ona şu
nasihatta bulundular:
- Eğer alim olmak istersen, evinin tavanına bir ip bağla, ayağını da
ipe sıkıca bağlayıp kendini başı aşağı sallandır ve her sallanışta
«Sarı renkli demir » de. Böylece ilim kapıları sana bir gecede açılır,
dediler.
Ebû Abdullah el-Müştehir Hazretleri talebelerin kendisi ile alay
ettiklerini hiç aklına bile getirmeden doğru eve gitti. Onların
dedikleri gibi evin tavanına bir ip bağlayıp ayaklarını da bir "ucuna
bağladı ve başı aşağı sallanmaya başladı. Her gidip geldiğinde ise
onların tarif ettiği şeyi söylüyordu. Hüsniniyyet ve sıdk sadakatle bu
işi yapması Cenab-ı-Allah'ın hoşuna gitti. Seher vakti olduğunda bütün
ilim kapılarını Cenab-ı Allah ona açtı. Artık zahir ve bâtın bütün
ilimler ona malûm olmuştu. Bir çok âlimin halletmekte güçlük çektiği
mevzuda o hiç zorlanmadan hüküm veriyordu.
Her anlaşılması güç meseleyi ona sorar oldular, işte «Emseytü
Kürdiyyen, esbahtü arabiyyen (Kürt olarak akşamladım arabî ilimlere
vâkıf olarak sabahladım)» sözünü bu hâdiseden sonra söylemiş olduğu
rivayet olunur.
Bu hâdiseden sonra, o sabah Şiraz camilerinde va'z etmeye başladı ve
Fatiha-i Şerife'ye yedi türlü mânâ verdi. Mertebe mertebe açıkladığı
Fatiha'nın mânâsını en sonunda içinizde bunu anlayacak hiç kimse
yoktur. Hızır Aleyhisselâm bile bu mânâyı anlayamaz diyerek bitirdi.
Zahir ve bâtın bütün ilimlerin hamili olan Ebû Abdullah Hazretleri,
aynı zamanda zamanının manevî selâhiyet sahibi bir mürşid de oldu.
(K.S.)